Temel fiziğin içler acısı hâli
Yirminci yüzyılın büyük bilimsel devrimi iki ana bileşenden oluşur: Bir yandan kuantum mekaniği, diğer yandansa Einstein’in genel göreliliği vardır. Mikroskobik şeyleri çok iyi tasvir eden kuantum mekaniği, madde hakkında bildiklerimizi derinden sarstı. Çekim kuvvetini çok iyi açıklayan genel görelilik, Zaman ve Uzay hakkında bildiklerimizi kökten değiştirdi. Her iki teori sağlamca doğrulandı ve çağımız tek nolojisinin büyük bir kısmına temel teşkil etti. Oysaki bu iki teori, dünyayı, birbiriyle bağdaşmaz gibi görünen çok farklı iki tarzda tasvir etme noktasına varır. Bu iki teorinin her biri, sanki diğeri mevcut değilm işçesine kaleme alınmıştır. Bir genel görelilik profesörünün derslerinde sabahtan akşama kadar açıkladığı şeyler. yandaki amfide öğrencilerine kuantum mekaniği öğreten meslektaşı için anlamsızdır; beriki için de aynı şey geçerlidir. Kuantum mekaniği, genel görelilik teorisi tarafından yanlışlanan eski “zaman” ve uzay mefhumlarını kullanır. Keza genel görelilik de, kuantum mekaniğince yanlışlanan eski madde ve enerji mefhumlarını kullanır. Ne mutlu ki iki teorinin eşzamanlı olarak uygulandığı gündelik bir fiziksel durum yoktur. Fenomenler basamaklarında ya biri olur ya diğeri. Ve de her iki teorinin uygulandığı, çok küçük uzaklıklar gibi, bir kara deliğin ömrü veya evrenin ilk anlan gibi durumlar, şimdilik elimizdeki aygıtlarla ulaşılabilen şeyler değil. Ne var ki bu iki büyük keşfi nasıl birbirine eklemleyeceğimizi bilmedikçe dünyayı düşünmede global bir çerçeveden de yoksun kalıyoruz. Parça parça ve içsel olarak dayanıksız açıklamalarla, bir tür zihinsel yanlmışlık hâlinde bulunuyoruz, öyle ki Uzayın, Zamanın ve Maddenin ne olduğunu artık bilmiyoruz. O hâlde günümüzde temel fizik içler acısı bir hâldedir.
Bay A ile Bay B’nin gerçekte aynı kimse olduğunu keşfetsek, bunu iki şekilde ele almak mümkün olurdu: Denebilirdi ki Bay B diye biri yoktur, çünkü gerçekte o Bay A’dır; yahut da Bay A diye biri yoktur, çünkü gerçekte o Bay B’dir. Böylece Einstein’m keşfi iki şekilde dile getirilebilir. İlki: Kütle çekimsel alan yoktur; hareket eden, titreşen ve deniz gibi dalgalanan şey, uzayın ta kendisidir. Bu, konuyu takdim etmenin sık rastlanan bir şeklidir; ama sorunludur, zira uzayın, elektromanyetik alandan tamamen farklı öze sahip bir şey olduğunu düşünmeye yol açar. Oysa, elektromanyetik alan ve kütle çekimsel alan birbirinden bu denli farklı türde şeyler değildir. Demek ki Einstein’ın büyük keşfini tasvir etmenin en iyi yolu, Nevvton’m uzayının olmadığını söylemektir: O gerçekte, kütle çekimsel alandır. Nevvton kütle çekimsel alanı, başlı başına bir entite, -aslında var olmayan- mutlak bir uzay saymıştır/sanmıştır. Bu, beklenmedik ve etkileyici bir keşiftir. Nevvton ın sabit, katı bir kutu gibi tasvir ettiği uzay gerçekte mevcut değildir. Var olan, kütle çekimse! alandır: Elektromanyetik alan ile aynı türdeki elastik ve dinamik bir fiziksel obje. Bir anda, dünya artık uzayda yaşayan parçacıklardan ve alanlardan meydana gelen bir şey olmaktan çıkıp sadece parçacıklardan ve alanlardan meydana gelen bir şey oluverir. Âdeta, birinin öbürünün içinde yaşadığı alanlardan meydana gelen bir şey. Biz, kütle çekimi alanı üstünde ya da kütle çekimi alanı içinde yaşıyoruz, ama katı bir kutu-uzayda değil. Okyanusta bir ada hayâl edin. Orada çok sayıda hayvan yaşasın; “bir adanın üstünde hayvanlar” olduğunu söyleriz. Ama Einstanium adlı genç bir deniz biyologu sıkı bir araştırma yapar ve adanın bir kara parçası olmadığını keşfeder: Ada sanılan şey gerçekte devâsâ bir balinadır. Yani, hayvanlar adanın üstünde değil, bir başka hayvanın üstünde yaşamaktadır. Artık, “adanın üstündeki hayvanlar”dan değil, “bir hayvanın üstündeki hayvanlar”dan söz edilebilir. Adanın aslında bir balina olduğunun keşfi, diğerleri gibi bir hayvanın söz konusu olduğunu, yani hayvanlar ve adalar olmak üzere farklı yapıda iki entitenin var olmadığını, “diğer bir hayvanın üstünde” yaşayan hayvanlar olmak üzere aynı yapıda entitelerin var olduğunu bize gösterir; artık, suyun üstünde yükselen bir kara parçasına referans yapmaya gerek kalmaz
Bir yandan, Einstein, Uzayın elektromanyetik alan gibi bir alan olduğunu ortaya çıkardı. Diğer yandansa kuantum mekaniği bize, her alanın kuantalardan oluştuğunu ve sadece bu kuantalarm “olasılık bulutu”nun açıklanabildiğim öğretiyor. Bu iki fikir bir araya getirilirse, doğrudan çıkan sonuç, Uzayın, yani kütle çekimsel alanın da tam da elektromanyetik alan gibi tanecikli bir yapı arz et- 30 t: A R I O R O V F. 1.1 I mesi gerektiğidir. O hâlde “uzay tanecikleri” var olsa gerekir. Üstelik, bu taneciklerin dinamiği ihtimali olmalıdır, öyleyse uzay, “uzay taneciklerinin bir olasılık bulutu” olarak açıklanmalıdır. Bu, olağan/alışıldık içgörümüze uzak düşmesi bakımından biraz baş dönmesi uyandıran bir kavrayıştır; ama bununla birlikte, en iyi teorilerimizden çıkan da bu görüştür. Nevvton’m kutu-uzayı artık mevcut değildir. Uzay, dalgalanan bir alandır ve onun yapısı da olasılık yasalarına tâbi taneciklerden meydana gelir. Ama, “uzay tanecikleri” ne anlama gelebüir? Onları nasıl tasvir etmeli? Ve hangi matematikle? Onları yöneten denklemler nelerdir? “Uzay taneciklerinin olasılık bulutlan” ifadesi ne anlama gelir? Gözlem ve ölçüm yaptığımız şeyler üstünde, onlann meydana getireceği sonuçlar nelerdir? İşte, bütün kuantum çekimi problemi budur: Uzay taneciklerinin bu olasılık bulutlarını açıklayan bir matematiksel teori kurmak ve onların ne anlama geldiğini kavramak.
Yine de bütün bilimsel teorilerin yerini günün birinde dalıa iyi teoriler alır. En etkili olanları da dâhil olmak üzere. örneğin Batlamyus’un modelinin etkililiği şaşırtıcıdır: Bugün hâlâ, on dokuz asır önce yazdığı kitabını açıp gelecek ay Venüs’ün gökyüzündeki konum unu kesin bir şekilde öngörmede kullanabiliriz. Bununla birlikte, dünyanın Batlamyus tarafından kullanılmış olan “dış çemberler” ve “deferent’ler” ile iyi açıklanmadığını biliyoruz. Daha da şaşırtıcısı, mühendislerin dünyanın dört bir yanında köprüler inşa edip uçaklar üretirken kullandığı Newton’m teorisinin başarısıdır. Ne var ki bunca iyi kurulmuş olan Newton’m teorisinin bile yanlışlığı ortadadır. Bu kesinlikten yoksunlukla yaşayabilir miyiz? Hangi bilgiye bel bağlayabiliriz? Bilimin bize dünya hakkında söylediklerinin doğru olduğundan hiçbir zam an emin olamayacak mıyız? Günün birinde bir “son/nihaî teori ”nin bulunacağı hayâl edilebilir. Ama bu bana boş bir hayâl gibi görünüyor: Doğa hakkında bilmediğimiz şeylerin ucu bucağı yoktur ve teorik fizikteki ucu açık problemler o kadar temeldir ki yolun sonuna yakın olduğumuza inanmıyorum. E öyleyse bilim niçin m uteberdir? Cevapları, şimdilik sahip olduğumuz en iyi cevaplar olduğu için. Ve bundan da şu sonuç çıkar: Daha iyi bir cevap ortaya çıkarsa, “bilimsel” olan o cevap olacaktır. Böylece, Nevvton’ın fiziği, Einstein’a kadar “bilim ”in eş anlamlısıydı; am a Einstein uzayın eğri olduğu, zam anın herkes için aynı olmadığı ve ışığın fotonlardan oluştuğu yeni bir dünya tasavvuru geliştirdiğinde, “N ew ton’cılık”tan çıkış, bilimsel çağın sonu olarak görülmemiştir. Bilâkis, Einstein’m saygıdeğer bir bilim adamı olduğunu düşünürüz
Spin ağları/şebekeleri Doksanlı yılların ortalarına doğru, Lee’nin Verona’da olduğu dönemde, kuantum mekaniğindeki hayli klasik bir hesaplama yönteminden yararlanarak çalışıyorduk. Kuantum mekaniğinde, gördüğümüz gibi, birçok büyüklük “kuantumlanmış”tır. Bu, herhangi bir değer değil, belirli “süreksiz” değerler alabilecekleri anlamına geliyordu, örneğin bir atomun enerjisi, rastlantısal bir değer alamaz; sadece belirli özel değerler alabilir: Atomun enerji düzeyleri. Fiziksel bir büyüklüğün alabileceği değerleri hesaplamak için, “işlemci spektrumu hesabı” diye adlandırılan bir teknik kullanılır. Bize gelince, özel bir fiziksel büyüklükle ilgileniyorduk: Hacim. Hacim nedir? Uzay miktarının ölçüsüdür. Bir parçanın hacmi, onda bulunan uzay miktarıdır. Ama, uzay, kütle çekimsel alan olduğundan, hacim de kütle çekimsel alanı ölçer. Bize de bir kuantum teorisiyle cebelleştiğimizden, hacmin süreksiz değerler alma ve dolayısıyla da hacim “taneciklerimin var olma ihtimali çok güçlüydü. Hesaplar karmaşıklaşmıştı. Çözümü, büyük bir Ingiliz matematikçisi olan Roger Penrose’un yardımı sayesinde bulduk: Hesaplamalarımız bizi Penrose’un yirmi yıl önce incelediği ve spin netıvorks, “spin ağları/şebekeleri” diye adlandırdığı matematiksel objelere vardırdığında, ona danışmaya gittik. Hesaplamanın sonucu: Hacim gerçekte, sürekli olmayan bir değişkendir ve dolayısıyla da uzay “hacim kuantası”ndan veya “uzay kuantası”ndan oluşur. Böylece, bu uzay kuantalannm tamı tam ına halkaların kesişiminde bulunduğunu keşfettik. Başka bir deyişle hacim, kuantatdan, uzay taneciklerinden oluşur ve de halkaların kesişimi tam da bu uzay taneciklerini temsil eder. Onlar, bizim aradığımız uzay tanecikleridir.
Teoriyi test etmek mi? Halkalı kuantum çekimi teorisi günüm üzde onu farklı yönlerde geliştiren araştırmacılar tarafından bütün dünyada İncelenmektedir. Teorinin çeşitli alanlarda uygulamaları bulunmaktadır; örneğin, kozmolojide Big Bang’in -kâinatın ilk ânının- incelenm esinde veya kara deliklerin özelliklerinin ve bilhassa da onların term ik özelliklerinin incelenmesinde. Halkalar teorisinin kara deliklere uygulanması, yetmişli yıllarda Stephen Hawking tarafından yapılmış olan ilginç bir keşfe varır. Stephen, bilimsel çalışmalarını onu tekerlekli sandalyede yaşamaya ve eliyle kum anda ettiği bir bilgisayar aracılığıyla iletişim kurm aya m ahkûm eden amansız hastalığına rağm en sürdürebilm eyi başarm asıyla meşhurdu. O nun vardığı en önem li sonuçlardan biri, kara deliklerin sıcak olduğu yönündeki teorik keşfiydi
Biliyoruz ki cisimler genellikle onların mikroskobik unsurları hareket hâlinde olduğu için sıcaktır. Sıcak bir demir parçası, içinde demir atomlarının denge konumları etrafında hızla titreştiği bir şeydir. Ama bir kara delik sıcaksa, titreşen şey bu elemanter “atomlar” mıdır? Halkalar teorisi bu soruya bir cevap verebilir. Bir kara deliğin titreşen ve onun sıcaklığının sebebi olan elemanter atomları kesinlikle, onun yüzeyinde tek başına olan halkalardır. Bu teoriyi kullanarak, Havvking’in sonuçlannı, halkaların mikroskobik “titreşimleri” cephesinden kavramaya ve onlardan yeni sonuçlar türetmeye muktedir olunabilir. Bu, halkalar teorisinin tutarlılığı ve dolayısıyla CARI . O R O V E L L I da onun başansı hakkında çok önemli bir testtir. Ama, bu hakikî bir deneysel test değildir. Uzun zamandır gerçek deneysel doğrulama imkânı bulamayacağımıza inanıldı. Ama yakınlarda, teoriyi, uzayın tanecikli yapısının dolaylı sonuçlarını gözlemleyerek test etmeye imkân verecek birçok fikir ortaya çıktı
Demek ki halkalar teorisi bize, başlangıç kozmolojisini, kâinatımızın hayatının başlangıcını incelemek için mümkün bir âlet sunabilir. Sonuçlar hayli şaşırtıcıdır. Einstein’m genel göreliliği, Big Bang’e gidildiğinde artık işlev görmez ve dolayısıyla da bir kuantum teorisi olmaksızın Big Bang ânında neler olup bittiği hakkında hiçbir şey söylenemez. Kuantum mekaniğini bu konuya uyarlama girişimleri bile tatminkâr sonuçlar vermedi. Örneğin, Big Bang ânında kâinatta neler olup bittiğini eski Wheeler-DeWitt denklemlerinden yararlanarak hesaplamayı denerseniz, Einstein’m klasik teorisindekiler ile aynı tutarsızlıkları yeniden bulursunuz: Zamandaki evrim Big Bang’de durur ve denklemler bütün anlamını yitirir. Buna mukabil, halkalar teorisinden gelen denklemleri kullanırsanız, denklemler derhâl Big Bang için de aynı şekilde işlev görür. Uzayın tanecikliliği, açık bir şekilde orada gerekçelenir. Kâinat Big Bang’e yaklaştıkça giderek büzülür, ama rastlantısal bir miktarda küçük olamaz, çünkü halkalar teorisinde rastlantısal küçüklük diye bir şey yoktur: Uzay kuantumlanmıştır. Halkalar teorisini kozmolojiye uygulamayı ilk başaran kişi, genç bir Alman araşürmacı idi: Martin Bojovvald. Onun fikirleri sonradan birçoklarınca ve özellikle de Birleşik Devletlerdeki araştırma ekibiyle birlikte Abhay Ashtekar tarafından geliştirildi. Bu araştırma alanındaki hayli şaşırtıcı sonuçlar, bir bakıma Big Bang’in hakiki bir başlangıç meydana getirmediği, Big Bang’in, kâinatın büzülme hâlindeki bir evresini/fazmı izleyen bir “geriye sıçrama” olarak görülebileceğidir.
Zamanın izafîliği Zamanın izafîliğinin en çarpıcı resmedilişi, “ikizler paradoksu” diye adlandırılır. İkizler birbirinden farklı yönlerde çok yüksek hızla uzaya yollanır ve tekrar dünyaya 78 CARI . O H O V K I 11 döndüklerinde farklı yaşlardadır. Paradokstan bahsedilir, ama bir paradoks söz konusu değildir. Bu sadece dünyanın yapılanma tarzının bir sonucudur. Tek paradoksal veçhe, bizim bu fenomenleri gözlemlemeye alışkın olmayışımız ve bunların bize tuhaf görünmesidir. Ama bunlar öyledir. Kesin deneyler yapılmıştır (ikizlerle değil, hızlı hava araçlarına konan çok hassas saatlerle) ve her seferinde, dünyanın tam da Einstein’m kavradığı gibi işlediği doğrulanmıştır. (Bu konuda, yakın zamanda Fransa’da, sınırlı/özel göreliliğin “babalık davası” hakkında bir polemik yaşandı: Onun Einstein’a mı Poincare’ye mi ait olduğu polemiği. Poincare’nin katkısı gerçekten de çok göz ardı edilmiştir. Ama, orijinal makaleler okunduğunda, hareket hâlindeki birbirinin eşi iki saatin zamanı farklı ölçmesi temel olgusunun Poincare tarafından değil, Einstein tarafından kavranmış olduğu bana açık geliyor.) Genel görelilik teorisiyle birlikte zaman daha da değişken hâle gelir. Daha güçlü bir kütle çekim alanı (örneğin, Arz’m veya Güneş’in yakınlarında) saatleri daha yavaş çalıştırır. Zaten, GPS’in çalışmasında izafiyetçi düzeltmelerin konuya dâhil edilmesinin gerekmesinin sebebi de budur. GPS, sinyallerin Arz ile yörüngedeki uydular arasında gidiş-geliş zamanının çok hassas ölçümünü temel alır. Bu cisimler çok hızla yer değiştirir ve üstelik de yer çekimsel alandan bize nazaran biraz daha dıştadır. Demek ki onların zamanı, yerdeki zamanla tam olarak aynı değildir: Onlann zamanı çok azıcık daha yavaş akar. Uzaklık hesapları düzeltilmezse, sonuç tamamen yanlış olacaktır. Bir anekdot: Bu fenomenlerin gerçekliği bizim içgörümüze öyle terstir ki GPS sistemi geliştirildiği sırada Ame¬ rikan ordusu generalleri ona inanmakta güçlük çekmiştir. Fizikçiler, generallere, uydulara konan saatlerin, yerdeki saatlere nazaran daha yavaş çalışacağını söylemiştir, ama… bu ciddiye alınabilmiş midir? Bir general, zamanın daha hızlı yahut daha yavaş aktığına sahiden nasıl inanabilir? Emin olmak için, Amerikan ordusu sistemi iki opsiyonla test etti: Birinde hesaplarda düzeltme yapılmadı, diğerindeyse yapıldı. İşte, genel göreliliğin hangi bakımdan ayakları yere sağlam basan bir teori olduğuna açık bir örnek. Bu tür öngörülere inanmamak aptallığın daniskasıdır.
Zaman-dışı temel bir teoriden hareketle makroskobik bir zamanı yeniden elde etmemize imkân sağlayan fikir, zamanın sadece bu termodinamik istatistik bağlamında belirdiği fikridir. Bu, başka bir şekilde şöyle dile getirilebilir: Zaman, dünyanın detayları konusundaki cehaletimizin bir sonucudur. Dünyanın bütün detaylarını m ükemmelen bilseydik, zamanın akışına dair bir duyumumuz [sensation] olmayacaktı. Bu fikir hakkında ve de onu destekleyen matematiksel fikir üstünde çok çalıştım; Söz konusu fikrin, zamanın akışına bağlı tipik fenomenlerin, hakkında sınırlı bir bilgiye sahip olduğumuz zaman-dışı bir dünyayı nasıl su üstüne çıkarabildiğini göstermesi gerekir. Bilim dünyası bu fikri tepkiyle karşıladı ve bu yöndeki çalışmam da uzun süre boyunca ekseriyetle görmez den gelindi. o o Günün birinde kendimi İngiltere’de, Cambridge’teki Nevvton Fnstitüsü’nde buldum. Orası, dünyanın her yerinden davet edilen bilim insanlarının meslektaşlarıyla görüştüğü ve fikir alış-verişiııde bulunduğu muhteşem enstitülerden biriydi. Ama, Cambridge’de hâkim olan hafif iddialı hava pek de hoşum a gitmemişti; tâ ki bir akşam kendimi yemek masasında olağanüstü bir şahsiyetin yanında bulana kadar Cambridge’de vakit kaybettiğimi düşünmeye başlamıştım: Alain Connes. Alain yaşayan en büyük matematikçilerden biridir. Alanındaki en önemli uluslararası ödüllerin sahibidir. Tartışmaya başladığımızda, şaşırtıcı zekâya sahip bir delikanlının tutkusuyla ve coşkusuyla dolu ve de sadece matematik alanında değil, hayret verici sonuçlara vardığı fizik alanında da bir fikir yanardağı gibi bir insan keşfettim. Cambridge’in biraz katı ve sıkıcı havasında, akşam yemeği yemek üzere tesadüfen yan yana oturm uştuk ve havadan sudan lâflamaya başlamıştık. Birkaç kadeh şarap içtik. Lâf arasında Alain şöyle bir cümle sarf etti: “Zamanın tezahür etme şekli hakkında bir fikrim var, ama kimse onu ciddiye almadı.” Kulak kesildim ve ona ayrıntıları sordum. Israr etm em gerekti, zira teknik meselelere girmeye pek hevesli değildi; ama, sonunda, peçetenin üstüne çatalıyla diyagramlar çizerek ve söylediklerini canlandırmak için ekmek kırıntılarını havaya serperek fikrini bana açıklamaya başladı. Flu bir andan sonra, Alain’in bana açıkladığı fikrin tam da benim üstünde çalıştığım fikir olduğunu anladım. Odama çıktım ve konu hakkında yayımlanmış makalelerimle masaya döndüm. Çok farklı matematiksel yollar kullanmıştık, am a Alain benim izlediğim yolun sadece onunkinin özel/kısmî bir hâli olduğunu çabucak anladı.
Kuantum çekimi meselesine yaklaşım tandan bakımından kordonlar teorisi ile halkalar teorisi yalnızca farklı fiziksel hipotezler ortaya koymaları itibariyle değil, ziyadesiyle ayrı ön kabullere dayanan ve kuantum çekimi m eselesini değişik açılardan gören iki bilim topluluğunun ürünleri olması itibariyle de birbirinden farklılaşır. Bu topluluklardan ilki, kuantum alanlan teorisine (yani, kuantum mekaniğinin, alanlara uygulanışına) ve de parçacıklann “standart modeli”ne, kütle çekimsel fenomenler haricinde fiziksel dünyanın bütün olaylannı en iyi açıklayan güncel teoriye âşinâ olan yüksek enerji fiziği uzmanlanndan oluşur. Bu, hiçbir deneyin tek bir kusurunu bile gösteremediği bir teoridir. Bir yüksek enerji fizikçisinin C A R I . O R O V C I . i l nazarında kütle çekimi, bilinen nihaî ve en zayıf etkileşimdir. öyleyse, onun kuantik özelliklerini de mikrofiziğin geriye kalanında muzaffer görünen stratejiyi kullanarak anlamaya çalışması doğaldır. Kütle çekimini kapsamaya m uktedir bir konvansiyonel kuantum alanı teorisinin araştırılması on yıllar boyunca mesafe katetti ve nice parlam a dönem inden, coşku ve hayâl kırıklığı evrelerinden sonra kordonlar teorisine vardı. Kordonlar teorisinin temelleri henüz iyi anlaşılmamıştır, am a günümüzde en bilinen ve en yaygın kuantum çekimi teorisi olmaya namzettir. Kordonlar teorisinde, kütle çekimi basitçe bir uzaya dalmış bir kordonun tahriklerinde [excitations] yatar. Teorinin dayandığı o tür bir referans uzayının mevcudiyeti, onun [teorinin] formüle edilmesi ve yorumlanması için zorunludur. (Realiteye tekabül etmediği bilinen) sabit, klasik, Newton’vârî bir uzay söz konusudur. Uzay kuantik olsa gerekir. Ama, teoride her şey, uzayın kuantik özellikler taşıması gerektiği unutuluyorm uş gibi ele alınır: Bu mesele sonraya ötelenir. Dahası, kordonlar teorisi işlemesi için on boyutlu bir uzaya, süper simetrik parçacıklara, çok güçlü ve bugün itibariyle en ufak bir deneysel teyidi elde edilmiş olmayan bir sürü hipoteze muhtaçtır. On boyutlu ve bilinmeyen süper simetrik parçacıklardan oluşan bir uzay teorisinin, anlam belirsizliği içerm eyen/net [univoque], kavranılabilir ve yaşadığımız süper simetrik olmayan üç boyutlu dünyaya uygulanabilir öngörüler türetilmek üzere som ut olarak nasıl kullanılabileceği pek açık değil.
Bu teorilerin ötesine geçen her şey, yani kuantum çekimi, kordonlar teorisi, sırabağımlı geometri, temel kuvvetlerin birleştirilmesi modelleri, süper simetri, fazladan boyutlarıyla kâinat, kâinatlar, vb. (hemen hemen bütünü itibariyle benim kendi çalışma konum da dâhil olmak üzere) spekülatiftir ve spekülatif kalır. Bu hipotezlerin dünyamızı dosdoğru olarak tasvir ettiği hususunda hiçbir güvencemiz yok: Bunların hiçbir deneysel teyidi yoktur, doğru bir şekilde hiç kullanılmamışlardır ve ancak bir deli onların öngörülerinin geçerliliği üzerine bahse girme riskini göze alabilir. Bu, söz konusu teorilerin ilginç olmadığı anlamına gelmez: Bugün ayaklan yere sağlam basan teoriler vaktiyle spekülatifti ve kesinlikten uzaktı. Yine de, günümüzde öne sürülen teorilerin iyi teoriler olup olmadığını bilmiyoruz: Büim insanlarının kahir ekseriyetince benimsenen ve de tutkuyla ve sadakatle bağlanılarak kaynaklann ona yönlendirildiği bir teorinin olgularla sınanmasının sonucunda yanlışlığının ortaya çıkması, tarihte ilk kez rastlanan bir durum olmayacaktır. Her araştırmacının kendi fikirleri ve kanaatleri vardır (benim de var) ve her biri kendi hipotezlerini tutkuyla ve enerjiyle savunmak zorundadır: Zinde bir tartışma, bilgiyi aramanın en iyi yoludur. Ama, kendi bakış açımızı savunmanın bizi köreltmemesi de gerekir: Haksız olabiliriz. Haklı mı haksız mı olduğumuzu ortaya çıkaracak olan şey de diyalektik değil, deneydir. Bilim insanları sık sık hatalı bir şekilde iletişim kurar. Kendi fikirlerinden efsunlanmış hâlde, konuşmalarında, spekülatif bir teoriyi ayakları yere sağlam basan bir teoriden ayırt etmezler. Kendi hipotezlerini sık sık, sanki onlar kabule şâyan keşiflermiş gibi sunarlar. Bu ise, bilimsel araştırmaları finanse eden kurumlar karşısmda doğru olmaz. Takdim edilen teorilerin varsayıma dayalı mizacı üzerine bir açıklık eksikliği, bilimi itibarsızlaştım, örneğin, kordonlar teorisi, bazen sanki tamamına ermiş bir teori gibi sunulur
Kaynak
Carlo Rovelli – Ya Zaman var olmasaydı ?